YEŞİL SOSYAL HİZMET

YEŞİL SOSYAL HİZMET

İklim Değişikliği ve Yeşil Sosyal Hizmet İklim değişikliği; atmosferin ve suyun kirlenmesini, doğa kaynaklarının sorumsuzca tüketilmesini, doğal afetlerle oluşan bozulmalar ile ekosistem bütünlüğünün zarar görmesini kapsamaktadır. Yeryüzündeki doğal kaynakların sınırlı olduğunu bilgisiyle hareket edilmezse çevresel kirliliğin yükü de artabilir. Kaynakların kötüye kullanımı, çevresel yıkım, aşırı tüketim ve adaletsiz paylaşım sonucu artan sosyal eşitsizlikler iklim değişikliği ile paralel olarak sosyal ve ekolojik krizleri de beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla sosyal hizmet uygulamaları açısından yeni bir araştırma ya da müdahale alanı da görünür olmaktadır. Bireye yönelik sosyal hizmetler genellikle yaşlı bakımı, istihdam, yoksullukla mücadele, çocuk bakımı, aile yardımı ve politikaları gibi alanlarda çalışırken; son yıllarda ise yeşil hareketi, çevre adaleti, LGBT (lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel veya travesti) hakları, kadın ve tüketici hakları gibi alanlar belirgin olmaktadır (Güzel ve Buz, 2019). İklim değişikliğine dair yaşanan sorunlar da dünyanın en belirgin sorunlarından biri olduğundan toplumlar ve canlılar açısından risk oluşturmakta, çevresel adaletsizlikten etkilenen gruplar artmakta ve yeşil sosyal hizmet uygulamalarına alan açmaktadır. Çevre sorunlarına sosyal hizmet temelli yaklaşan bazı araştırmalar mevcut olmakla beraber; artan küresel iklim değişikliği, yeşil sosyal hizmet uygulamalarına olan ihtiyacı arttırmaktadır. Gıda güvensizliği, deniz seviyesindeki yükselmenin kıyı şehirlerinin varlığını tehdit etmesi, hava kirliliği gibi iklim değişikliği temelli pek çok sorun doğal yaşamı tehdit etmektedir. İklim değişikliği sonucu şehir merkezlerindeki aşırı hava olaylarının, canlılar için yaşamı nasıl zorlaştırdığını Chicago’da 1995 yılında yaşanan ölümler üzerinden ele almaktadır. Bu ölümler bölgede ani bir şekilde ortaya çıkan sıcak dalgasından kaynaklanmakta ve yoksul mahallelerde veya yaşlı gruplarda ölüm oranlarının daha yüksek olduğu açığa çıkmaktadır. Bu durum iklim kaynaklı felaketlerde toplumun hali hazırda dezavantajlı gruplarının daha kırılgan hale geldiğini ortaya koymaktadır. Benzer şekilde insan kaynaklı afetlerden olan nükleer felaketler ise ciddi çevresel etkilere sahip bir diğer sorundur. Bu durumun akla ilk gelen örneklerinden biri; Japonya’daki deprem sonrası Fukushima Daiichi’deki nükleer santralin zarar görmesidir. Felaketten sonra Japon hükümeti santral şirketini felaketin zararlarını ödemeye mahkûm ettiğinde şirket iflasını açıklamıştır. Bu gibi durumlar felaketten etkilenen insanların yaşadığı mağduriyeti derinleştirmektedir. İklim değişikliği ve buna bağlı olarak ortaya çıkan çevre felaketleri; sosyo-ekonomik olarak zayıf kişiler üzerinde, özellikle de yoksul kesimlerin yaşadığı bölgelerde daha fazla olumsuz sonuçlara neden olmakta ve çevresel adaletsizliği görünür kılmaktadır. Benzer şekilde çevresel felaketlerde sorumluluğu üstlenecek kuruluşların bulunamaması çevresel adalete olan inancı sarsmakta ve olumsuz sonuçları daha da derinleştirmektedir. Bu durum zamanla afetlerin neden olduğu hasarların, toplumların kabul gören dokusunun bir parçası olmasına ve sorgulanmamasına sebep olabilir. Üstelik afetlerden etkilenen grupların büyük oranda toplumun hali hazırdaki dezavantajlı grupları olması çevresel ırkçılık yaşanmasına sebep olabilmektedir Bullard (1990) çevresel adalet mücadelelerinin zamanla ırkçılığa karşı bir mücadele ve sosyal adalet arayışının bir uzantısı olarak görülmeye başladığını ifade ederek, çevresel ırkçılık kavramını vurgulamaktadır. İklim değişikliğine bağlı olarak gelişen çevresel adaletsizlik gruplar üzerinde yarattığı eşitsiz yaşam koşulları ile birlikte şiddet ve çatışmalı durumları da beraberinde getirebilir. Bu nedenle çevresel felaketlerin yalnızca bireysel değil, gruplar arası ilişkileri ve çatışma süreçlerini de etkileyen çok yönlü bir sorun olduğu söylenebilir. Söz konusu şiddet ve çatışmalı durumların toplumsal temelde giderilmesi ve politik adımlar atılması belirli eylem planlarının tasarlanması ile ilişkili görünmektedir. Buradan hareketle aktif yeşil sosyal hizmet uygulamaları; toplumları çevresel felaketlere yönelik harekete geçirecek eylem planları tasarlama, çevresel adaleti sağlama noktasında güvenlik açıklarını azaltma, dayanıklılığı artırma ve bir felaket başlamadan önce koruyucu önleyici çalışmaları yaparak riskleri azaltma potansiyeline sahiptir. Sosyal hizmet uygulamalarının çevre odaklı olabilmesi için çevre ile ilişkili sorunların belirlenmesi, bu sorunlardan etkilenen insanların ve grupların ihtiyaçlarına yönelik durum tespitlerinin yapılması ve çözüm önerilerinin farklı hangi disiplinlerce yürütüleceği planlanmalıdır (Yanardağ, 2019). Buradan hareketle yeşil sosyal hizmetin, bütüncül bir yaklaşıma dikkat çeken, insanın yaşadığı yerel çevre ile refahı arasındaki vurgu yapan, yaşamı politik ve sosyal bir çerçevede ele alan bir alan olduğu söylenebilir. Başka bir deyişle yeşil sosyal hizmet; çevresel krizlerin yarattığı yapısal eşitsizlikler, yoksulluk, çevre-insan ilişkisi ve kaynakların adil bölüşümü konularına odaklanarak, hem geleceğe hem de mevcut koşullara ilişkin ihtiyaç duyulan değişimler açısından potansiyel çözümler üretebilir.

KkAYNAKÇA: Eda, K. A. Y. A., & POLAT, F. Ç. Çevresel Adaletsizlik Mağduru Grupların İhtiyaçlarını Karşılamada Yeni Bir Model Önerisi:‘‘Yeşil Sosyal Hizmet Birimleri Kurulması’’. Toplum ve Sosyal Hizmet33(3), 975-990.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir