VİA DOLOROSA (ACILAR SOKAĞI)
Acı çekmenin tekelinizde mi olduğunu sanıyorsunuz?
“Sana Gül Bahçesi Vadetmedim” başlıklı kitap, Deborah isimli genç bir kızın şizofren hastalığı nedeniyle ailesi tarafından tedavi amaçlı akıl hastanesine yatırılmasını ve genç kızın orada yaşadıklarını konu alıyor. Roman kendine yapılan eleştirileri haklı çıkaracak ölçüde kurgu bir yapıt olmaktan öte bir şizofreni hastasının düşünce ve duygularını böylesine aktarabilme yeteneğiyle bir özyaşam öyküsü gibi görünüyor. Tam da bu yüzden aslında etkileyici ve dikkat çekici. Kitap insana gerçekten bir şizofren hastasının kafasının içini gözlemleme imkanı veriyor böylece empatiyi de kuvvetlendiriyor.
Aslında akıl hastalıkları üzerine beni düşündüren ilk şey izlediğim bir filmdi: Guguk Kuşu. Filmi izlemeden önce bir yerde filmin bazı sahnelerde akıl hastanesinde yatan gerçek hastaların kullanıldığını okumuştum. Üstelik filmin baş karakteri de akıl hastası rölü yapıyordu. Kim “deli” kim akıllı kim hasta kim oyuncu birbirine giriyordu. Sanırım normal ve anormal kavramlarını ruh sağlığı anlamında sorguladığım ilk şey bu film olmuştu bu kitap ise ikincisi oldu. Kitapta buna sık sık vurgu yapılıyordu. Deborah “İstediğiniz gibi bir insan değil miyim ben? Beynimi mi düzeltmeniz gerekiyor?” diye sorguladığında ya da neden düzelmesi gerektiği, düzeldiğinde kendisini neler beklediği, diğer kızlar gibi evlenip çocuk mu yapması gerektiği… Genç bir kız için normal olan bu muydu? Kitapta kızın babası Jacob vicdanı ve aileyi temsil ederken anne Esther mantık ve toplumu temsil ediyordu. İkisi arasında çelişkiler vardı. Hatta Jacob’ın şu cümlesinin bu noktada altı çizilebilir: “Oraya akıl hastanesi diyorlar, ama Esther, orası insanların kapatıldığı bir yer. Böyle bir yer genç bir kız-nerdeyse bir çovuk- için nasıl iyi bir yer olabilir ki?”
Kitapta altını çizdiğim bir diğer nokta yazıya da başlığını verdiğim “Via Dolorosa” yani Acılar sokağı oldu. Deborah beyninin içinde yarattıkları yüzünden acı çekiyordu ve diğer akıl hastaları gibi bu acılarla baş edemiyordu. Fakat atladığı bir şey vardı ki diğer insanlar da kendileri gibi acı çekiyordu. Deborah’ın hastalığının nedenlerinin altında, çektiği acılardan ve korkulardan sığınmak için kendine zihninde başka bir dünya yaratıp orada yaşamaya başlayarak kendini diğer insanlardan soyutlaması yatıyordu. Sürekli kendine “Sen onlardan değilsin.” diyordu. Aslında onlar gibiydi dünya birçok nedenle acı çeken insanla doluydu. Bir hasta bakıcının “Acı çekmenin sizin tekelinizde mi olduğunu sanıyorsunuz?” sorusu düşündürücüydü. Bu soru kurum çalışanlarından biriyle kısıtlı bir iletişim ortamında ortaya çıkmıştı. Nitekim bu kısıtlı sürede yaşanan etkileşim sonra hiç yaşanmamış gibiydi. Soru Deborah’ı için birşey ifade ediyordu onu birşeyleri sorgulamaya itiyordu. Sosyal hizmet gözüyle bakınca aslında bizim için de birşeyler ifade etmelidir ki bence o da şudur: “anormal” olarak sınıflandırılmış bireylerin toplumla etkileşimden uzak kurumlara kapatarak ıslah etmeye çalışmaktan ziyade diğer insanlarla iletişim kurabilecekleri ortamlarda bulunarak deneyim paylaşmaları faydalı olabilir. Evrensellik vurgusu aslında, acılar, sıkıntılar ve sorunlar yalnız bazı kişilerin başına gelmiyordu ve bunları paylaşmak olaylara farklı açıdan bakma kabiliyetini geliştirebiliyordu.
Dış dünyanın acılarla dolu olabileceği gerçeği kitapta birçok yerde vurgulanan bir nokta aslında. Nitekim kitaba da adını veren “Sana gül bahçesi vadetmedim” cümlesi dış dünyanın güllük gülistanlık olmadığını aktarır:
“Sana hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedim ben: Hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetnedim…” (Birden, Nürnberg’deki hastaneden kaçıp bu gamalı haç kentinin içinde kaybolduktan sonra, hastaneye geri dönüp sert, alaycı, sinir bozucu bir kahkaha atarak, “Sholom Aleichem, Doktor, onlar benden daha deli,” diyen Tilda’yı hatırlamıştı.)” ve hiçbir zaman huzur ya da mutluluk da vadetmedim. Sana ancak bütün bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim. Sana sunduğum tek gerçeklik savaşım. Ve sağlıklı olmak, gücünün yettiği kadarıyla, bu savaşımı kabul edip etmemekte özgür olmak demektir. Ben yalan şeyler vadetmem hiç kusursuz, güllük gülistanlık bir dünya masalı koca bir yalandır… üstelik böyle bir dünya çok can sıkıcı bir yer olur!”
Doğrusu kitabı okumadan önce “sana gül bahçesi vadetmedim” cümlesi bana sanki romanın baş karakterinden çıkmış gibi görünmüştü. Çünkü sorunların ve acının kişinin bir parçası olduğunu düşünerek anomalilerin normalleşmesi vurgusu uyandırmıştı bende. Yani örneğin bir bebek dünyaya gelirken ya da yeni bir insanla tanıştığımızda bize verilmiş garantiler vaatler yoktur bireyler mükemmellikleri ya da kusurlarıyla birlikte gelebilir. Kitabı okuyunca bu cümlenin Dr. Fried tarafından söylendiğini farkettiğimde ise bunun sosyal hizmet alanında değerlendirmenin uygun olduğunu düşündüm. Burada vurgulanan noktada günlük hayatta bireylerin birçok sorunla karşılaşabileceği bunun hayatın akışı için normal olduğudur. Sosyal Hizmet uzmanına burada düşen rol ise bu zorlukların üstesinden gelmekte bireye destek olmaktır. Bu süreçte de bireylerin güçlendirilerek kendi ellerinde olmayan olaylarla daha kolay baş etmelerini sağlamaktır.
Kitabın alt öyküsü aslında bir travmayla dayanıyor: Holokost. Yahudiler aslında bunu Şoa diye ifade etmeyi seçiyor bir soykırımdan öte yanarak tanrıya kurban olma/şehit düşme gibi anlamlar taşıyor. Kitapta da öfke/şehitlik japon askeri üçlemesi var. Olaylar Asmann’ın ifadesiyle toplumsal ve kültürel bellek yoluyla birey yaşamasa bile nesillere aktarılabilir. Bu tarz toplumsal travmalar derin izler bırakabilir. Sosyal hizmet açısından travma yaşamış bireye yaklaşmada bilgi sahibi olmak ve bireye travmayı tekrar yaşatmayacak şekilde yaklaşmak önemlidir.
Tabi bunun yanında bu romanın kökenleri Nazi dönemine eleştiriyi de barındırır. Çünkü insanları sterilize etme düşüncesi hijyen takıntısı saf ırk yaratma söylemleri bu dönemde arşa çıkarak anormalliklerin altı çizilmiş “seleksiya” denilen işlemlerle engelliler, eşcinseller ve ruh hastaları gibi gruplar gaz odaları ve krematoryumlarda ortadan kaldırılan ilk gruplar olmuşlardır. Bu insanları anormal olarak sınıflandırıp normalleştirmeye yönelik çabaların sonucu olarak da kapatma kurumları ortaya çıkar. Örneğin akıl hastanesi: akıl hastalarının normalleştirilmeye çalışıldığı yerdir. Aslında bu süreci Foucault “Deliliğin Tarihi”, “Kliniğin Doğuşu” “Büyük Kapatılma” gibi eserlerinde çok güzel ele alır. Bu tarz kurumlar modern toplumun disiplin edici kurumlarıdır ve Eco’ya göre normalleşme baskısı Hitler ve Mussolini dönemlerindeki gibi silahla olmaktan ziyade “sıradan faşizm” şeklinde toplumsal normlar aracılığıyla yürümektedir. Dr. Fried’in ifadesiyle “Bazen dünya birtakım kurumlarda bulunan insanlardan çok daha hasta oluyor.”
Kitapta dikkatimi çeken bir diğer nokta kızın ailesinin kente taşınarak Deborah’ın hastalğını kalabalıklar içinde kaybetmeye çalışmasıydı. Onlara göre “Deborah’ın küçük anormallikleri, korkuları ve ve yalnızlığı büyük bir kentteki kimliksizlik içinde daha az garip görülebilirdi.” Sennet Gözün Vicdanı isimli kent tasarımı ve toplumsal yaşam üzerine yazdığı kitapta modern dönemde insanların birbirine yabancı oldukları, mekanların kimliksiz ve bireylerin birbirine karşı duygulanımdan uzak olduğunun altını çizer. Hergün birçok insanla karşılaşırız ama çoğumuz için yanımızdan geçen insanlar görünmezdir. Modern toplum ve kentler birçok insanı görünmez yapar kimini akıl hastanesine kapatır kimini apartman dairesine. Eskiden “mahallenin delisi” diye bir tabir vardı. Nerede onlar? Bir sosyal hizmet uzmanı olmak kent içinde yaşayan bireylerin dayanışma örüntülerini de bilmeyi gerektirir. Bireyi çevresinden bağımsız bir varlık olarak ele alamıyorsak eğer yaşanılan mekanların, paylaşılan kamusallıkların ve bireylerin dayanışma ağlarının üzerine düşünmek gerekir. Çok güzel bir örneğe rast geldim: “Derviş Baba; Deliler, Abdallar, Meczuplar ve Aşıklar Kahvehanesi”. İstanbul’da yer alan bu mekan tabelasında yer alan gruplarla birlikte diğer ihtiyacı olan herkese yardım ediyor. Mahallenin delisi, Suriyeli göçmenlere yardım ediyor. Toplum için toplum içinde sosyal hizmetin daha güzel bir örneği olamazdı.
Son olarak eklemek istediğim Deborah’ın kendisinde umudu keşfetmesi noktasıdır. Eğer gezdiyseniz Auschwitz kampında gaz odalarının duvarlarının, zehirlenen insanlar tarafından hep tırnaklarıyla çizildiğini görürsünüz. Ancak gaz odalarından birinde duvara kazınmış bir resim vardır. Bir çocuk çizmiş gibidir, güneş, ev, aile… Resmin hikayesini bilmiyoruz. Kim bilir gaz odasında dahi, birileri dışarda doğan güneş için umut besliyordu. En kötü zamanlarda bile yine de umut var. Bu bizim içgüdümüz, yaşamda kalmak. Deborah’ın hikayesinin sonunda olduğu gibi vazgeçmemek inanmak… Çünkü insanın içinde yaşamın güzelliklerine dair umut ışığı vardır. Her şeyin bir gün iyi olacağına dair. Bir sosyal hizmet uzmanı o ışıktan gökkuşağı yaratamayabilir belki ama yağmurda çıkıp gökkuşağını beklemesine dair insanı cesaretlendirebilir.